Felsefenin Bilimle Sınırlanamayacak Oluşu Üzerine
Uzun suredir felsefede farklı alanların birbirlerine cevap verme yoksunluğundan sıkılarak alanında kendi kabuğundan dışarı çıkmayı hedefleyen eleştiri yazıları yazmaya karar verdim. Bugün konum: Bilimsel Realizmin ve İndirgemeciliğin Felsefenin Ne'liğine Yönelik Eleştirisinin Yetersizliği
Günümüzde bazı bilim felsefecileri ve felsefeye dışarıdan bakan pozitivist zihinler, felsefeyi yalnızca bilimsel bilgiye yaklaşabildiği ölçüde değerli görme eğilimindedir. Bu anlayışa göre felsefe, bilim gibi veri temelli, doğrulanabilir, nedensellik merkezli bir yapı sergilemediğinde işlevsizleşir; dolayısıyla ya bilimleşmeli ya da sessiz kalmalıdır. Bu yaklaşım, açık biçimde bir tür bilimsel realizm veya daha doğrusu epistemolojik indirgemecilik savunusudur. Ancak bu savunu teorik olarak hem felsefeyi anlamamak demektir hem de felsefenin tarihsel-pratik işlevi bakımından oldukça sorunludur.
Felsefenin temel işlevi, bilimsel bilgi üretimi yapmak değil, bilgi koşullarını, anlamın sınırlarını ve düşüncenin yapısını sorgulamaktır. Bilim, doğayı açıklamaya yöneliktir; felsefe ise açıklamanın yapısını ve sınırlarını sorgular. Bu nedenle felsefe, bilimden farklı bir epistemolojik düzlemde işler. Günümüz felsefesinde bu doğrusallıkta sanki vahametle karşılaşır gibi felsefenin yeni alanlarına, yeni sorgulamalarına veya kavramlarla arasındaki ilişkiye şeytan gözüyle bakıldığını görerek felsefenin değişim ve dönüşüm özelliğini yok sayarak belli kalıplarca yorumlanmak istendiğini görüyoruz. Buna antitez olarak güzel bir örnek, Wittgenstein’ın felsefeyi bir “etkinlik” olarak tanımlaması, felsefenin kuramsal sonuçlardan ziyade düşünsel netlik sağlama çabasıdır. Aynı şekilde Husserl, doğa bilimlerinin başarılarına rağmen “yaşantının anlamı”na dair bir kavrayış sunamadıklarını vurgular. Husserl’in fenomenolojisi, bilimin bıraktığı yerden —doğrudan yaşantıdan, bilinçten, öznel temelden— başlamayı teklif eder. Bu yaklaşım, felsefenin görevinin bilimi taklit etmek değil, insan varoluşunun bütünlüğünü kavramak olduğunu gösterir. Bunu yaparken bilimi nasıl kavradığımız da oldukça önemlidir. Husserl’e göre bilim, dünya hakkında kesin bilgiye ulaşmak ister. Husserl’in de bildiği üzere bir şeyin bilim olmasının iki öncülü vardır: ilki, o şeyin nesnesinin olması, ikincisi ise bilimin esaslı bir metodolojiye dayanmasıdır. Bu metodolojiye felsefenin ancak bilimi teme alarak ulaşabileceğini söylemek felsefeyi de metodolojik açılardan indirgeyen bir yaklaşımı beraberinde getirir.
Bilimsel realizm, dünyanın bilimsel teorilerin anlattığı gibi olduğunu ve bu teorilerin gerçekliğe doğrudan erişim sağladığını varsayar. Ancak bu varsayım, kendisini temellendiremez: Her bilimsel teori tarihsel ve dilsel bağlamlar içinde şekillenir; kuramların nesnelliği, belirli paradigmalar ve yöntemsel tercihlerle koşullanmıştır. Örneğin Thomas Kuhn’un paradigma kuramı ya da Feyerabend’in yöntemsel anarşizmi, bilimsel teorilerin mutlak bilgi üretmediğini, epistemik olarak çerçevelenmiş olduklarını göstermiştir. Yani bilimsel gerçeklik dediğimiz şey, düşünceden bağımsız saf bir varlık değil; belirli düşünme biçimlerinin ürünüdür.
Felsefeyi bilimsel yöntemle eşitlemek, felsefenin en temel işlevini —yani yöntemlerin kendisini sorgulama gücünü— ortadan kaldırır. Felsefe, bilime karşı olmak zorunda değildir; ancak onun epistemolojik mutlakiyet iddialarına karşı durmalıdır. Bilim, nasıl ki teknik çözüm üretir; felsefe de bu çözümlerin hangi varsayımlarla üretildiğini, hangi değerlerle temellendirildiğini, kimleri dışarıda bıraktığını sorgular. Bu, ikincil bir işlev değil, düşüncenin en temel düzeyidir. Bu konudaki bazı yaklaşımları ele alalım:
Bunu yaparken felsefenin, bilimden farklı olduğu tezini başta her iki taraf için de kabul etmek gerekir. Ama hakikat kavrayışı açısından bilimin gerisinde olduğu savunuluyorsa burada ilk düşünsel hata karşımıza çıkmıştır. Felsefeye "eşit derecede hakikat üretici güç" atfetmek problemli, onun ciddiyetini zedelediği fikri ise çelişkilidir. Peki neden? Bu sav, felsefenin gerçeklik ya da hakikat konusunda bilimle eşit düzeyde iddia sahibi olmasını “ciddiyetsizlik” olarak yaftalıyor. Ancak bu görüş, bilimsel bilgiyle hakikat arasındaki ilişkiyi tekil ve pozitivist bir şekilde tanımladığı için sorunludur. Yani, burada "hakikat" bilimsel doğrulukla örtüşen bir şey gibi ele alınıyor. Bu durumda şunu sormak gerekir: Felsefe hakikati bilim gibi kavramıyorsa, onu daha az mı kavrar yoksa başka bir hakikat rejimi mi inşa eder?
Burada yapılan hata, farklı bilgi kiplerini hiyerarşik sıralamak. Oysa felsefe ve bilim, epistemik olarak paralel ama farklı rejimlerdir. Bilim, dış dünyanın düzenli ve ölçülebilir yönlerini kavrar; felsefe ise bilimin neyi neden ölçülebilir saydığını, ölçülemeyeni neden dışladığını ve ölçen öznenin kendisinin ne türden bir varlık olduğunu sorgular. Bu sorular olmadan bilimin kendisi bir dogmaya dönüşür. Ayrıca, buradaki felsefenin ciddiyetinin azalma önermesi, aslında felsefeyi bilimsel modele uymadığı için "hafif" görmekle eşdeğer. Bu, felsefeye dışsal bir değerlendirme ölçütü dayatmaktır. Felsefenin kendi dili, yöntemi, amacı ve bağlamı vardır. Bilimin epistemik ciddiyeti ile felsefenin kavramsal ve varoluşsal ciddiyetini aynı terazide tartmak, dilsel bir kategori hatasıdır.
İkinci yaklaşım, bazı problemlerin ‘abartıldığı’ ve bunları ‘çözecek’ yeni sentezler geliştirilmesi gerektiğidir. Felsefi sorunların "çözülebilir" olduğu fikri, pozitivist bilim anlayışından türeyen bir illüzyondur. Felsefi sorunlar çoğu zaman çözülmez; yeniden formüle edilir, bağlam değiştirilir, genişletilir. Örneğin Descartes’ın zihin-beden problemi, Merleau-Ponty'de bedenin fenomenolojik olarak yeniden düşünülmesiyle "çözülmez" ama dönüştürülür. O yüzden bir sorun "abartılıyor" gibi görünüyorsa, bu onun çözülmemesinden değil, bize hâlâ sorulmaya değer görünmesindendir. Ayrıca, bazı ilişkiler sentezle çözülebilir değildir. Örneğin Newton fiziğinin tarihsel bağlamı ile Einstein’ın görelilik kuramı arasında düşünsel süreksizlikler vardır. Bu süreksizlikleri “sentez” adı altında düzlemek, epistemik çoğulluğu silmek anlamına gelir. Yani doğru sentez fikri çokluk fikrine zarar verir
Bu nedenle, felsefeye kıymet farkı güden, bilimi felsefeden üstün gören veya ancak bilimleştiğinde değerli sayan bakış, felsefenin kendisine değil, bilimin kültürel tahakkümüne hizmet eder. Oysa düşünce, yalnızca nicel değil; aynı zamanda nitel, tarihsel, duygusal, toplumsal, varoluşsal olandır. Felsefe işte bu çoğulluğun düşünsel ifadesidir. Ve felsefe, bilimin eksik bıraktığını düşünür. Bilimle rekabet etmez; onun önkoşullarını ve sınırlarını açığa çıkarır. Bu yüzden bilimle ölçülemez, hakikat farklılığı yaratmaz, tamamı hermeneutik sayılamaz veya bilimin yerine de geçemez.
Sonuç olarak felsefenin temeline ‘bilim’ konmaz. Konmak zorunda da değildir. Çünkü felsefe, bilimin anlamlandıramadığı şeyi, yalnızca ölçülebilir olandan ibaret olmayan yaşamı düşünmenin, olanı dönüştürmenin imkânı olarak da okunmalıdır. Bilimsel realizm, bilgiye ulaşmanın yollarından biridir ama tek ve mutlak yol değildir. Felsefe, o “tek yol”un kim tarafından, nasıl inşa edildiğini sorma cesaretidir. Felsefede her şey sınır çekmekle alakalı olmadığı gibi her şey ‘kesin bilgiye’ ulaşmayla da ilgili değildir. Farklılığı oluşuna saygı duyulması gereklidir. Bazen yalnızca dönüşebilmeyi de ele almayı bilerek felsefedeki ‘’-dır -dir’’li ahkamlardan uzak kalmak, kendi kabuğumuzun değişebilirliğine olanak tanımak açısından kıymetlidir.