uzun süredir gelmeyen bir deneme yazısı. Hoşnutsuzlukla paylaşıyorum. Bir başlığı yok.

 




  Salt düşünce, salt resim şişmanlamış, ölümü düşünüyor. 

 Her filme aynı gözle bakan, her şiiri aynı anlamlarda okuyan insanlarla beraber yaşadığımı anımsadıkça bir bunalma geliyor. Anlamsız insanların arasında anlamsız şeyler yapmak geliyor ve duygusuz tek gecelik sevişmeler yaşıyorum. O ıslak, boşalmış bedenler sarılıp nefeslerini dizginlemeye çalışırken perdeye bakakalıyorum. Az evvel birbirimizi çıplak gördüğümüz için mecburi bir sarılma gerçekleşiyor. O zevkli sevişme yerini anlamsız bir boşluğa bırakıyor. Bunu neden yaptım? Aşkı arzuluyor olmanın ağır yükünü sırtıma geçirip yanımdaki bedenden sıyrılıyor, vücudumu onun salyalarının kokusundan arındırmaya banyoya gidiyorum. Sanki suyla bu anlamsızlığı temizleyebilecekmiş gibi. Benim hiçbir beklentiyle sevişmiyor, erkeğe yalvarmıyor, onu bir obje olarak kullanıp evden yolluyor olmam hoşuna gidiyor birçok erkeğin. Gittikçe daha da umutsuzlaşıyorum onlara dair.

  Tek başıma uyandığım sabahlar tadım kaçıyor. Vücudum dahi kemiklerimin ağrımaması için sırtüstü yatmam gerektiğini sızlatıyor vücuduma. Derin uykudan baş ağrısıyla uyanıp güne başlamanın can sıkıntısını yaşıyorum. Sabah yemek yemek zorunda olmanın ağırlığıyla savaşmaya başlıyorum. Genelde zift gibi bir kahve kazanıveriyor bu sağlıklı yaşama dair olan savaşını.

 Gün ortasında canımın hiç çekmediği bir sigarayı yakıp şiir yazmaya koyuluyorum. Sanki biri anlayacak, sanki biri gerçekten okuyacakmışçasına… kafede karşılaştığımız çocuk neden hala benimle konuşmak istemedi geçiyor aklımdan; üzdüğüm erkekler geçiyor. Yaz ayları hep böyle hayattan kopuk avare bir hayal aleminde leyla olmaklıkla geçiyor. Çevremdeki mistik insanlar her şeyin kelimelerimle alakalı olduğunu söylüyorlar bana. Ne tuhaf, felsefe de öyle söylüyor. Her şey onlar için, her şey evrenin benim onu çözmemle alakalı olduğunu ve zamanın akışında düzelebileceğini varsayıyorlar. Dindarlarsa her şeyin onlar için, hiçbir şeyin onlarla alakalı olmadığını, dua etmeyi. Saçmalık! Ben boşlukla konuşunca bunları düzeltebilecek miydim yani? Siz hayatı ne sanıyorsunuz, masal mı? Diyemiyorum. Bu gerçeklikle karşılaşamayış karşısında yalnızca dinliyorum o insanları. Canım sıkılıyor. O anlar hep seks geçiyor aklımdan. Aklım güya onları bu şekilde alaya alıyor.

 Çoğu insanı dinlerken canım sıkılıyor. Kimsenin sohbetine mazhar olmak niyetine giremiyorum epeydir. Sessizce bir umut kafedeki yan masanın sohbetini dinlerken içten içe sinir harbi yaşıyorum. Nasıl bu denli aptal cümleler diyalog olarak görülebilirdi? Nasıl birbirinden haz etmediği bu denli belli insanlar bunu fark etmemeyi tercih edebilirdi? Onları dinlemek bir çileyken onların beni dinlemesi bir lütuf gibi hissettirmeliydi. Oysa karşımdaki de benimle anlamsız diyaloglar yaşamak niyetindeyse ben de günü bitirebilmek adına istemeden yan masa oluveriyordum. Aramızdaki tek fark, benim oyuna eşlik eden bir yetişkin olmam oluyordu. Yetişkin olmak istemiyordum. Oyunu ciddiye almak istiyordum. İşler böyleyken herkese her şeyi beynimdeki gibi aktaramamak acı verici oluyordu.

  Bedenime verilen acılara ses çıkaramıyordum. Buna acıya dayanıklılık diyor insanlar. Hayır, hoşuma gidiyor yalnızca. Sanki o acı içimdeki acıyı sindiriyor, sanki içimde hak edilmiş bazı düşünceleri dövüyordum bu acılarla. Çığlık atması kaçınılmaz bu fenalıklara dudaklarımı ısırarak karşılık veriyordum. Ona, ondan büyük olduğumu gösteriyordum böylelikle.

  Akşamleyin muhakkak herkes uyuduktan 5 saat sonra uyumaya geçiyordum. Gece herkesin uyuduğu, kimsenin olmadığı saatler günün benim için özellikle masa ayırtması gibi hissettiriyor bana. O saatlerimi bazen verimli bazense hiçlikle dolduruyor, sabah ezanını etnik bir müzikmişçesine uykuya davet olarak görüyor ve gözlerimin yanan beyazlığının gönlünü göz kapağımla öperek alıyordum. Tüm bu uykuya dalmakta ısrar edişin nedeni aklımdan kovamadığım geçmişimin halı altından çıkmak için uyuyacağım anı beklemesiyle ilgili oluyordu. Şayet aklımı kullanılmayacak kadar yorarsam onlar gelmez sanıyordum.

  Ertesi gün, kendimi daha evvel balkondan attığımı söylediğim insanların bugün hayatımda olmadığı geliyor aklıma. Arkamdan, o kız deli diyor, bitişi kendince haklılaştırıyordur eminim diye geçiriyorum içimden. Pişmanlık, elimi ayağımı nereye koyacağımı bildirtmiyor bana ve bir sigara yakmama neden oluyor. Güzel boyanmış bir göz makyajı ile o sigaranın getirdiği yeni morartıları gizlemeye uğraşıyorum. Sonra bitmesi istenmeyen başka sigaralar daha içiyorum. İçiyorum, içiyorum, içiyorum… Ağzımda iğrenç bir tat kalıyor. Tıpkı öylesine seviştiğim gecelerde olduğu gibi. Başkalarını okumaya koyuluyorum öyleyse. Bunu daha önce düşünmüştüm, bu mantıklı gelmiyor, bunu anlamadım… Böylelikle sanki içi boşluk dolu şeyleri dolduruyormuşum hissi kaplıyor içimi. Herkes anlamsız değilmiş ha? Diye geçiriyorum. Onları elle dokunmak istediğimde bulamasam da... Böylelikle günlerim, yaz aylarında bir felaket oluveriyor bana. Ancak atlatabildiğim, geçirebildiğim. Bir şekilde ölmediğim günler.

Popüler Yayınlar